Arşiv Notları/Kontes Elizabeth Báthory: Bir Efsanenin Anatomisi

Giriş: Tarihin Kanlı Tuvali

Tarih, sadece kralların ve savaşların değil, aynı zamanda fısıltıların ve gölgelerin de kaydını tutar. Bazı isimler vardır ki, zamanın mürekkebiyle değil, kanla yazılmıştır. Macar soylusu Kontes Elizabeth Báthory (Macarca: Báthory Erzsébet), bu isimlerin belki de en tekinsizi, en rahatsız edicisidir. 16. yüzyılın sonunda, Avrupa’nın kalbinde, Čachtice Kalesi’nin soğuk duvarları arasında yankılanan çığlıklarla bir efsaneye, daha doğrusu bir kabusa dönüşmüştür.
Peki, bu soylu kadın kimdi? Onu, yüzlerce genç kızı öldürdüğü iddia edilen bir canavara dönüştüren neydi? Bu, sadece bir delilik hikayesi mi, yoksa dönemin siyasi entrikalarının, gücün ve güzellik takıntısının yarattığı trajik bir sonucun portresi mi? Chrono Scribe Studio’nun arşivlerinde, bu kanlı efsanenin katmanlarını aralıyoruz.

Elizabeth Báthory, 1560 yılında, Macaristan Krallığı’nın en güçlü ve en köklü ailelerinden birinin mensubu olarak dünyaya geldi. Zeka, zenginlik ve güzellikle kutsanmış, aynı zamanda o dönemin soylularına özgü bir acımasızlık ve ayrıcalık hissiyle büyümüştü.

Genç yaşta, Osmanlı’ya karşı savaşlarda “Macaristan’ın Kara Şövalyesi” olarak nam salacak olan Ferenc Nádasdy ile evlendi.

Kocasının bitmek bilmeyen seferleri, onu Čachtice Kalesi’nin tek hükümdarı yapmıştı.
Efsaneye göre, her şey o meşhur aynanın karşısında başladı.

Güzelliğiyle ve solgun teniyle gurur duyan Kontes, bir gün yüzünde yaşlılığın ilk, o cılız işaretini, bir kırışıklığı fark etti.

Bu, onun narsist ruhunda bir deprem etkisi yarattı. Değerini ve gücünü borçlu olduğu en büyük hazinesinin, yani güzelliğinin, zaman tarafından çalınacağı korkusu, zihnini bir zehir gibi sarmaya başladı.

O an, hizmetindeki genç bir kızın yanağına yanlışlıkla attığı bir tokadın ardından, kızın yüzünden eline sıçrayan kanın, kendi tenini daha pürüzsüz ve daha genç gösterdiğine inandığı söylenir.

Bu, o karanlık fısıltının doğduğu andı. Çürümenin ilacı bulunmuştu: Masumiyetin kanı.

O andan itibaren, kaledeki hizmetçiler onun için artık birer insan değil, güzelliğini koruyacak birer “ilaç” kaynağıydı.

Bölüm 2 : Kızıl Ritüel

“Aynadaki o ilk çatlağın ardından gelen aydınlanma, kısa sürede bir saplantıya, saplantı ise metodik bir vahşete dönüştü. Artık bu, anlık bir öfkenin sonucu değil, Čachtice Kalesi’nin gizli odalarında, mum ışığında icra edilen soğuk ve planlı bir ayindi. Elizabeth, bu korkunç arayışında yalnız değildi. En sadık hizmetkarları ve yerel bir şifacıdan oluşan küçük bir grup, onun suç ortakları, bu kanlı ritüellerin başrahibeleri haline geldi.
Kaledeki dehşet, basit işkencelerin çok ötesine geçti. Tarihi kayıtlara ve özellikle de mahkeme tanıklıklarına göre [Kaynak 2: György Thurzó’nun Soruşturma Tutanakları], kurbanlar sistematik olarak dövülüyor, iğnelerle deliniyor, kışın ortasında soğuk suyla ıslatılıp dışarıda donmaya bırakılıyordu.

Efsaneler, Kontes’in o meşhur, ucu sivri demirlerle kaplı “Demir Hizmetçi” (Iron Maiden) benzeri bir mekanizma kullandığını fısıldar. Ancak en çok anlatılan ve onun adıyla özdeşleşen ritüel, şüphesiz kan banyosuydu.

Báthory’nin, öldürülen bakirelerin kanıyla dolu bir küvete girerek, onların gençliğini ve yaşam enerjisini kendi bedenine aktardığına inandığı söylenir.

Bu, onun için bir cinayet değil, bir tür simya, bir “güzellik iksiri” yaratma süreciydi. O, kendini bir katil olarak değil, zamanın ve çürümenin kaçınılmaz yasalarına meydan okuyan bir bilim insanı, bir sanatçı olarak görüyordu.
Kurbanlarının çığlıkları, onun laboratuvarındaki deneylerin kaçınılmaz birer ses efektiydi. Bu süreçte 600’den fazla genç kızı öldürdüğü, Guinness Rekorlar Kitabı’na bile girmiştir.
Bu korkunç ritüeller, soylu ailelerin kızlarının da kalede kaybolmaya başlamasıyla, artık fısıltı olmaktan çıkıp, krallığın en tepesine ulaşan bir çığlığa dönüşecekti.”

Bölüm 3 : Taştaki Fısıltı

“Her krallık eninde sonunda düşer. Elizabeth Báthory’nin kanla inşa ettiği o tekinsiz krallık da, Macaristan Kralı II. Matthias’ın emriyle görevlendirilen Palatin György Thurzó’nun 1610 yılındaki ani baskınıyla yıkıldı.

Thurzó ve askerleri, kaleye girdiklerinde, efsaneleri bile gölgede bırakacak kadar korkunç bir manzarayla karşılaştılar: Canlı, ölmek üzere olan ve parçalanmış bedenler… Bu, inkâr edilemez bir kanıttı.
Ancak Báthory’nin asil kanı, onu halka açık bir mahkemeden ve idamdan korudu. Onun yerine, tarihin en tuhaf ve en acımasız cezalarından birine çarptırıldı. Suç ortakları halkın önünde yakılarak veya işkenceyle öldürülürken, Kontes, kendi kalesindeki bir odaya, ömrünün sonuna kadar hapsedildi.

Kapısı ve pencereleri, geriye sadece yemek için küçük bir delik bırakılacak şekilde, tamamen tuğlalarla örüldü.

Güzelliğini ve gücünü yansıtan o meşhur aynasından mahrum bırakılan Elizabeth, hayatının son dört yılını bu taş mezarda, kendi karanlığında geçirdi.

1614 yılında, 54 yaşında, o karanlık odada ölü bulundu.
Fakat bedeni o odaya hapsolsa da, hikayesi o duvarlardan sızmayı başardı. Zamanla, Elizabeth Báthory adı, tarihi bir figür olmaktan çıkıp, geceleri anlatılan bir korku masalına, kalede esen rüzgarın taşıdığı bir fısıltıya, ölümsüz bir efsaneye dönüştü. Gençliğin kanında aradığı o ölümsüzlüğü bulamadı belki, ama kendisi hakkındaki o korku dolu hikayelerde, bambaşka ve çok daha kalıcı bir sonsuzluğa ulaştı.
O, artık sadece bir Kontes değil. O, taştaki fısıltının ta kendisi.

Kaynak: Tarih Arşivleri, Wikipedia, Guinness Dünya Rekorları


Chrono Scribe Studio sitesinden daha fazla şey keşfedin

Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.


Yorum bırakın

Chrono Scribe Studio sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin